Endülüs Mersiyesi

Endülüs Mersiyesi

            Endülüs[1] Mersiyesi[2]

            …

          “Bu sizin ağlamanız benzedi bir dîğerine:

“Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara,
Savuşurken o güzel mülkü verip agyâra,
Tırmanır bir kayanın sırtına etrafa bakar;
Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar,
Başlar ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür!
Karşıdan Vâlide Sultan bunu pek haklı görür,
Der ki: “Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla;
Şimdi, hiç yoksa kadınlar gibi olsun ağla!”
[3]

          Bırakın mâtemi yâhû! Bırakın feryâdı:
Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı![4]

          Göz yaşından ne çıkarmış? Neye ter dökmediniz?

          Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azm ediniz![5]

          Ye’se hiç düşmeyecek zerrece îmânı olan;

          Sâde siz derdi bulun sonra kolaydır derman.[6]

          Sizde erbâb-ı tefekkürle avâmın arası,

          Pek açık. İşte budur bence vücûdun yarası.[7]

 

Mersiye’nin Hikâyesi:

Mersiye sarayda okunduğunda sultan  ıı. Beyazıt’ı  derin bir teessüre sevk ettiği orda hazır bulunan bi çok kişinin göz yaşlarına hakim olamayıp kendinden geçercesine ağladığı  rivayet edilir… asıl önemli olan Endülüs’e ağlamak değil, onu anlamaktı. Bunun için de gerekli olan, gözyaşı değil göz nuru dökmekti. Batılı zihin, Endülüs’ü anlamak suretiyle ondan yeni bir medeniyete temel oluşturacak malzemeyi çıkarmasını bildi. Ya bizler..? Söyleyen ne güzel söylemiş: “Ol mâhîler ki, derya içredür deryayı bilmezler”
Abdullahü’s-Sagîr’e annesi Ayşe’nin söylediği ünlü sözler
1492 yılında Endülüs’de ki son sultanlık olan Gırnata Sultanlığı’nın yıkılışının ardından büyük bir zulme uğrayan Endülüs Müslümanları, bir elçi göndererek Osmanlı padişahı 2. Beyazid’den yardım istemişlerdi. İstanbul’a gelen elçi bu arada Padişah’a, Endülüslü Salih Bin Şerif’in ENDÜLÜS MERSİYESİ’ni de sunar.  Ebü’l Beka Salih Bin Şerif (1492)

Endülüs’te Hazin Son

Endülüs’ün yıkılışında en büyük faktör tefrika olmuştur.

Yeşil yarımadanın fethiyle birlikte Arabistan’ın muhtelif bölgelerinden getirilen Araplar değişik bölgelere yerleştirilmişlerdi. Yemenliler, Şamlılar ve değişik Arap kabileleri arasında sürekli bir rekabet yaygındı.
İslâm dünyasının aralarındaki siyasî mücadelelerle zayıf duruma düşmesi, Endülüs’ü yeniden Hıristiyanlaştırmak isteyen Avrupalılara cesaret verdi.
1492 yılı Ocak Ayı’nın ikinci günü sabahı Kardinal Don Pedro de Mendoza, El-Hamra Sarayı’nın Alcazaba denilen baş kulesine gümüş haçı dikerek İspanya’da Müslüman egemenliğinin sona erdiğini ilan etti.
500 bin nüfusu ile Avrupa Kıtası’nın en büyük şehri olan Gırnata İspanyollara teslim oldu. Kaçanlar kurtuldu, kaçamayan Müslümanlar da kitle halinde öldürüldü.
Hâlbuki taraflar arasında imzalanan ahitname gereği Müslümanların can ve malına dokunulmayacaktı. Ama kral şehre girdiği gün, daha ahitnamenin mürekkebi kurumadan sözünü çiğnemişti.
Papa’nın müsaadesiyle, Engizisyon Mahkemesi kuruldu. Hıristiyanlığı kabul etmeyenler yakıldı; malları yağma edildi. Kısa zamanda İspanya’da tek bir Müslüman bırakılmadı.
Târihçilerin belirttiğine göre Engizisyon Mahkemesi, 18 sene içinde 24.000′ den fazla Müslüman’ın idamına karar verdi.
Endülüs sadece insanı ile değil; tarihi, sanat ve ilmî eserleriyle, zengin kütüphaneleriyle, cami ve medreseleriyle beraber tarihten siliniyordu.
Engizisyon Mahkemesi’nin kararıyla Gırnata’da 1 milyon cilt kitap yakılmıştı. Kardinal Ximenes, 80 bin el yazması eseri, bizzat eliyle yaktı.
Kurtuba Cordoba, Gırnata Granada, Cebel-i Târık Cibraltar olmuş, Endülüs de İspanya’nın bir parçası haline gelmişti.
Aslında hadise, sadece bir vatanın işgali değil, bir milletin ve medeniyetin topyekün imhası idi.
Halbuki İspanya ve Avrupa, Endülüs’e o kadar çok şey borçlu ki!…

[1] Bir Medeniyet Şâhikası (en üst derece, zirve, doruk) Endülüs
Endülüs, İspanya’nın güneyinde 8 yüzyıl yaşamış bir medeniyet, coğrafya ve imparatorluğun adıdır. Kuruluşundaki azim ve kararlılığın, yaşayışındaki medeniyet ve ihtişamın, yıkılışındaki tefrika ve hüznün  adıdır Endülüs..

Muhammed İkbal, Salih bin Şerif, Yahya Kemal ve Mehmet Âkif gibi, müslümanların dertlerini kendisine dert edinmiş nice bağrı yanıklar, ağıtlar yakmış Endülüs için.

711 yılında 19 yaşındaki komutan Târık bin Ziyad, 12.000 kişilik bir kuvvetle Septe (Cebel-i Târık) boğazını geçip, Vizigotların hakim olduğu Endülüs’e ulaşır.

Düşman kuvvetleri kat kat üstündü. Târık bin Ziyad emir vererek, askerlerini taşıyan gemilerin hepsini yaktırdı. Böylece geri dönme ümidini ortadan kaldırmıştı.

Sonra da askerlerine dönerek seslendi: “ Askerlerim!… Karşımızda düşman, arkamızda deniz var. Bizim için geriye dönüş imkânı kalmadı. Önümüzde bulunan düşmandan kaçarsak bizi deniz yutar, yok yere ölürüz. Tek çare düşmanla kahramanca savaşıp kazanmak ve İslâm bayrağını şerefle dalgalandırmak… Ya başarır zafere ulaşırız; ya da şehit düşer cennete gideriz. Ya şehadet, ya zafer. İnanıyorum ki, Allah’ın izniyle zafer bizim olacaktır.”  Askerler hep bir ağızdan: “ Zafer bizimdir ” diye haykırdılar.ve İslâm sancağı İspanya burçlarına dikildi.

Müslümanlar, bir milyon nüfuslu Kurtuba şehrinde 80.000 saray ve konak, 600 cami, 80 mektep, 50 hastane, 900 hamam, 600 han yapmışlardı. Yalnız Kurtuba Kütüphanesi’nde 600.000 cilt kitap toplandı.

Dünyanın her tarafından, öğrenim yapmak için Endülüs’e talebeler geliyordu. Pek çok Fransız, İngiliz, Alman ve İtalyan asıllı öğrenciler Endülüs Üniversitelerinde eğitim görmüşlerdir.

Rönesansın, dolayısıyla bugünkü Avrupa ilim ve tekniğinin temelinde, Endülüs Medeniyetinin büyük katkısı vardır ve bir Endülüs Medeniyeti’nin doğmasına vesile olmuştur.

[2] Mersiye, bir edebiyat terimi. Divan edebiyatında, ölen bir kimsenin yiğitliğini, cömertliğini iyiliğini, yaptıklarını övmek ve ölümünden duyulan acıyı dile getirmek için yazılan şiir türüne mersiye adı verilir.

[3]  Sizin bu ağlamanız bir başka olaydaki ağlamaya benzedi: Vaktinde, Endülüs Devleti’nin tacı elinden alınan bahtı kara hükümdarı, o güzel ülkeyi düşmana terk     edip giderken, bir kayanın sırtına tırmanıp etrafı son defa görmek ister. Bırakıp          çıktığı o cennet gibi zümrüt ovalar zavallıyı hüngür hüngür ağlatır! Oğlunun bu           halini karşıdan seyreden vâlide sultan ona şunları söyler: “Vaktinde düşmanla           erkeler gibi çarpışmadın; şimdi, hiç yoksa, böyle kadınlar gibi ağla!”

[4]  Yahu! Bırakın yas tutmayı! Bırakın feryat etmeyi!… Ağlamak fayda verseydi,             babamın ardından döktüğüm göz yaşları ona hayat verirdiriltirdi.

[5] Ağlamak yakışıyor mu, göz yaşından ne çıkar? Niçin vakti zamanında çalışıp ter         dökmediniz? Her ne ise, geçen geçmiş bari geleceği kurtarmak için azm edip          çalışınız.

[6] Kalbinde zerre zerre kadar imanı olan kimse, ümitsizliğe kesinlikle düşmeyecek.        Önemli olan, derdin iyi teşhis edilmesidir. Teşhis doğru kondu mu dermanını          bulmak kolaydır.

[7] Sizde, halkı yönetenaydınlarla halkın arası pek açık. Bu iki tabaka birbiriyle   kaynaşmış değil. Bence vücuttaki asıl yara budur.

Yorum yapılmamış

Yorumunuzu ekleyin